ŞEHRİMİZİN SESLERİ - ŞEHRİMİZİN RENKLERİ ( YAZI DİZİSİ - 1 )
Tarih nedir? derseniz, "Geçmişin hikâyesidir" derim.
Bu köşede “ŞEHRİMİZİN SESLERİ -ŞEHRİMİZİN RENKLERİ” başlığıyla yeni bir yazı dizisine başlamak istiyorum. Amacım ev ve insan portreleri yazmak; eski zamanlara yolculuk yapmak. Başarabilirsem ne mutlu bana.
25 yıldır Cumhuriyet’in aydınlık yüzü Bartın’da yaşıyorum ve bu kenti çok seviyorum. Bartın’ın, geçmişinden izler taşıyan, gizemli öyküler fısıldayan bahçeli, ahşap konakların olduğu sokaklarında gezmeyi çok severim. Bisikletle olsun, yürüyerek olsun Bartın’ın gezip görmediğim sokağı yok gibidir. Özellikle tarihi kent dokusunu koruyan eski yerleşim yerlerinde gezmek, tur atmak beni her zaman heyecanlandırmış, mutlu etmiştir.
Pırıl pırıl bir bahar günü, Orduyeri Mahallesi’nde, böylesi bir yürüyüşteyim. Nerede kimlikli, eski bir ev, ahşap bir konak görsem fotoğrafını çekiyorum. Hele hele gördüğüm o eski evler metruk halde değil, içinde oturan yani hayat varsa çok mutlu oluyorum. Bunu bilmenin ilk yolu da o evin penceresinde bir perde ya da saksıda yaşamını sürdüren bir çiçeğin olmasıdır. Yürüyüşüm sırasında Orduyeri Camisi’nin az ilerisinde bir bahçe duvarının üstüne çıkmış taze çiçekli leylak dallarını kesen mahalle sakinleriyle karşılaştım; ayak üstü sohbet ettik o güzel insanlarla. Bana güzel kokulu bir demet leylak verdiler o günün anısına. Sonra elimde çiçeklerin esenliğiyle bir ara sokağa girdim. Girdiğim her sokak, gördüğüm her yeni şey beni şaşırtıyor ve heyecanlandırıyordu. Yeni gördüğüm, ferforjeleri olan bir Kavşak Suyu çeşmesi bana o kadar sevimli geldi ki anlatamam. (Bilmeyenler için yazalım. Bartın’ın sokak aralarındaki meşhur tatlı su çeşmelerinden. Bu suyu içenlerin bir daha buradan gidemeyeceği, gitse de geri geleceği söylenir. Hatta eskiden, Kavşak Suyu’ndan içmeyene kız verilmezmiş.) Çeşmenin hemen yanında, üç katlı eski bir evin çatısında her yöne hâkim, büyükçe, camlı bir bölme gördüm. Tarihçi Kâtip Çelebi’nin, gazeteci Hakkı Devrim’in “Cihannüma”sı geldi aklıma. İşte sözlükteki anlamıyla cihannüma bu olsa gerek dedim. Hoş duygularla yürürken adımlarıma duygu ve düşüncelerimin kıvrımları da eşlik ediyordu. Dingin bir sokakta baharı içime sindire sindire yürümek çok güzeldi. Amacım ara sokaklardan tırmana tırmana yukarılara, Orduyeri Tepesi’ne çıkmak, görmediğim yerleri görmekti. Bir de ırmağa kuşbakışı bakabilirsem, değmeyin keyfime. Yürüyüşe devam ettim. Biraz yukarıda yine bir kavşak suyu çeşmesi gördüm. Önünde tek başına oturmuş, beşlik şişesini dolduran, yönünü ilkyaz güneşine dönmüş sevimli bir yaşlı bir amca vardı. Dayanamayıp fotoğrafını çektim, gördüğüm güzelliği anılarım arasına almak için. Tanıştık. Ak sakalı, sırtında süveteri ve başında takkesiyle bana rahmetli babamı ve dedemi anımsatan yaşlı amcanın adı Ömer Faruk DEMİRDÖVEN’miş. Konuştuk, söyleştik. Söz, eski Bartın’a, Bartın’ın geçmişine geldi. Faruk Amca öyle tane tane ve sakin konuşuyordu ki, insanın dinledikçe dinleyesi geliyordu. Sağ olsun bana hikâyesini anlattı. Orada geçirdiğim zaman sevdiğim bir kitabının sayfalarını çevirmek gibi, akıcı ve heyecanlıydı benim için. Sokağın yukarısına çıkmaktan vaz geçip, Faruk Amca’ya yardım ettim. Elimizde bidon, konuşa konuşa, az aşağıda evlerinin önündeki garaj kapısına kadar geldik. Önünden geçerken de çok dikkatimi çekmişti bu garaj ve önündeki eşyalar. Hikayenin ikinci kısmı işte burada başlıyor. kapısı olmayan, ön cephesi tamamen açık olan bu garajda, meğer koca bir dünya saklıymış! Bunu, seksen beş yaşındaki Faruk amca konuştukça anlıyordu insan. Kapısı olmayan, tavana partı üzümleri gibi asılmış, salkım saçak eski eşyalarla dolu bir garajdı. Eşyaların özenle dizildiğini ve korunduğunu dikkate almazsanız, bir hurdacı ya da demirci dükkânına benzeyen bu mekan, bizim sohbetimizin çeşme başından sonraki ikinci yeri oldu. Eski zamanlara ait, siyah beyaz fotoğraflar gibi nostaljik ve eksantrik bir hikâyeydi Faruk amcanın anlattıkları. O konuşurken ara ara defterime notlar alıyor, Faruk amcanın anlattığı hiçbir şeyi kaçırmak istemiyordum. Sonraki bir ziyaretimde buradaki sohbeti geliştirip video çekimi yaptım ve sorular sordum Faruk amcaya. Artık söz kahramanımızın:
Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben, Orduyeri Mahallesi, Su Deposu Sokak’ta oturan Ömer Faruk DEMİRDÖVEN, Şişmanlarıy Faruk derler bana. Babama Şişmanlarıy Ali Efendi derlerdi. Babam da, babamın babası da, kendi çocuklarımın hepsi de demirci. 1935’te burada doğdum. Şu an oturduğumuz üç katlı ev, aynı yerdeki üçüncü ev. Ben burada, evin ilk hali olan iki katlı ahşap evde doğmuşum. Babam demirciliğinin yanında rençberdi. Babamların bir çift manda öküzü ve iki çift sığır öküzü vardı. O dönemde Bartın’da buğday, mısır, yulaf ekilip-biçilirdi. Ekinler elle, orakla biçilirdi. Amasra-Arıt yol kavşağında tarlalarımız vardı tabi ki başka yerlerde de. Ben, çocukluğumda öküzün çektiği sabanla, çarıklı, oraklı çok çifte gittim. Çarık nedir bilir misiniz? Bizim çocukluğumuzda, eskiden elle dikilen, ipleri ve derisi büyükbaş hayvandan yapılan bir çeşit ayakkabıdır çarık. Çarığın derisi büyükbaş hayvanın kafa derisindendi, yani sertti.
Mesleğim sıcak demircilikti. En son, Bartın Çimento Fabrikası’nda demirci işçisiydim. Oradan emekli oldum. İlkokul mezunuyum. Çıraklık yıllarımda okulu bıraktığım için alamadığım diplomayı, Çimento’ya girdiğim yıl, dışarıdan imtihanla aldım. 11 yaşımdan sonra 6 sene nalmıh ustasının yanında çırak olarak çalıştım (Öküzün ayağına çakılan nalı yapana, nal çakana nalmıh ustası denir diyerek bir açıklama yaptı sorum üzerine). Sonra usta değiştirdim. Sıtma Yanı’ndaki ikinci ustam, balta, keser, kazma, pulluk, orak, tilki kapanı gibi sizin anlayacağınız demircilikle ilgili alet edevat yapıyordu.
Paslanmış, kırılmış, dökülmüş, kullanılmayan bu alet edevatı, demir ve ağaç parçalarını niçin biriktirdim? Atmaya kıyamadım. Bu alet edevatlar bizim için çok değerliydi. Çünkü bunlar ailemizin geçim kaynağıydı, her birinin anısı var hayatımızda. Hepsi babamın, dedemin ve aile büyüklerimizin kullandığı alet edevatlar. Hiç toplama yok bunların arasında. Çok şükür, açıkta olmalarına rağmen, en küçüğü de dâhil hiç çalınma olmadı.
Bize buradaki araç gereçleri tanıtır mısınız ?
Elindeki demir çubukla araç gereçleri tek tek gösterdi, tanıttı Faruk Amca. Bu, kendi imalatımız örs, bu örs yapımında kullanılan büyük kısaç. Bu, kendirden ip yapımında kullanılan ahşap mengeleç. Bunlar karasığır ve manda nalı. Şunlar yük çekmek için kullanılan palanga makaraları, şimşir ağacından. Oradaki tereyağı ve ayran yapımında kullanılan yayık ve yayık çipeçi. Hayvan tarağı. Kahve değirmeni ve kavurma aleti. Öküzleri çifte koşarken kullanılan öküz boyunduruğu, karasaban ve pulluğu, orak, ekinleri biçerken buğdayı bir yerde toplamak için kullanılan ahşap ellik, gaz lambası (fener), demir diğren (dirgen), kuyudan bakraç çekme aparatı. Gemi cıvatalarına diş çekmek için kullanılan demirci paftaları, mahalle aralarındaki fırınlarda kullanılan ekmek küreği, ekmek yapımında kullanılan çöven.
Bu araç gereçler içinde sizin en çok önem verdiğiniz, en değerli olanlar hangileri?
İlk sırada, sizin de çok sevdiğiniz gibi ahşap beşik gelir. Ben bu beşikte büyümüşüm. Büyük ağabeyim de bu beşikte büyümüş. Çok kişi istedi bu beşiği bizden, vermedik. (Faruk Amca anlatırken, kim bilir ne ninniler söylendi bu beşiği sallarken, bebeklerle birlikte ne düşler, ne hayaller büyütüldü diye dalıp gitmekteydim) Ahşap, el yapımı, oymalı, işlemeli, bu beşik yaklaşık yüz yaşındaymış ve kelebek ağacındanmış. Kahverengiden koyu hardala çalan rengi, oval kenarları ve ayaklarıyla, , oymalarının işlemelerinin zarifliği ve mükemmelliğiyle ana kucağı kadar sıcak, çocukluğum kadar buğulu geldi bana.)
İkinci sırada İngiliz yapımı “karasaban gelir”. Ben onunla çocukluğumda Çörtle’de, ayağımda çarıkla, çok çifte gittim, Hatta saban demirini bile ben kendim yaptım. Üçüncü sırada keten mengelesi gelir. Keten, buğday gibi ekilen, biçilen bir bitki . Ketenden ip yapılır. Dördüncü sırada ise örs yapmak için kullanılan büyük kısaç gelir. Bunların her birisinin anısı var bende…
Unutamadığınız bir iki anınızdan bahseder misiniz?
İlkokul 4. sınıftayken geçici olarak Hendekyanı’ndaki okulda okuduk bir süre. Yokluk nedeniyle soğukta, yağmur altında, çıplak ayakla. Orduyeri’nden Hendekyanı’na gidip-geldiğimiz anları unutmuyorum. İlkokul diplomamı yıllar sonra Çimento’da çalışırken alabildim.
Bir de askerlik anım var: Ben 24 ay askerlik yaptım. 14. Süvari Alayı’nda Ardahan’da eğitimdeyken attan düştüm. Düştüm kelimesi askerlikte yasaktı, bu kelimenin kullanılmasına komutanlarımız izin vermezlerdi. Attan düştüm diyemedim komutanıma. ”Attan indim” dedim. Çünkü askerlikte, ata binmek, inmek serbestti, düşmek ayıptı, yasaktı. Durumumuzu anlatana kadar akla karayı seçiyorduk.
Eski Bartın’la yeni Bartın hakkında neler söylersiniz?
Eskiden sadelik, daha doğal hayat vardı; komşuluk ilişkileri daha güzel ve samimiydi. Radyo olan evlere ajans dinlemeye gidilirdi. Aynı şekilde televizyonu olan evlere film izlemeye gidilirdi. İkramlar yapılır, muhabbet edilirdi. Şimdi hepsi yalan oldu. Günümüzde doğallık yok, samimiyet çok az. Eskiden sosyalleşme dediğimiz olaylar vardı, örneğin imece daha çoktu. Bu konuda manilerimiz bile vardı.
Faruk Amca’nın üç katlı evlerinin girişindeki ince uzun merdiven sahanlığı da nostaljik eşyalarla bir teşhir salonu gibiydi. Eşyalar arasında muhtelif demir kantarlar, ahşap burgular, bakır leğen, ibrik ve tencereler, koyun kırpma makası, mandolin ve rahmetli olmuş aile büyüklerine ait bastonlar vardı.
Sohbetimizin sonuna doğru Faruk amcanın büyük oğlu Ferruh bey geldi. Bisiklet sporuna yakınlığımı bildiğinden bana eski, nostaljik bisikletini gösterdi. Bisikletin de hikâyesi varmış. 60-70 yıllıkmış, Rus malıymış. ilk göz ağrısı bisikleti zamanla parçası kalmadığı için emekliye ayırmak zorunda kalmış. Dikkat çeken, ne kadar eski olduğunu gösteren selesi köseledenmiş. Bisiklette daha önce hiç görmediğim, orijinal, soğuk damgalı, mühürlü bir plaka var. Üzerinde ZONGULDAK B- 0196 yazıyor. Açılımı, Zonguldak ilinin Bartın kazasının 196. bisikleti imiş.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız, üç saat kadar süren sohbetimiz sular-seller gibi geçti. Benim için adeta nostaljik bir film tadındaydı. Sohbet bitiğinde güneş batmış, sokağı filbahri ve yasemen kokuları sarmıştı. Bartın’ın adıyla müsemma, alicenap DEMİRDÖVEN ailesiyle tanışmanın ve hikâyelerini dinlemenin huzuru ve grup vaktinin güzelliğiyle oradan ayrıldım.
Seksen beş yaşında ahilik geleneğinin son temsilcilerinden demirci ustası Ömer Faruk DEMİRDÖVEN’le, nam-ı diğer, ŞİŞMANLARIY FARUK’la yaptığım sohbeti hiç unutömayacağım.
Her mekan, her eşya, her insan, her yaşam, her şehir hikayesiyle anlam kazanır.
Bir kenti sevmenin yollarından biri de insanlarının ve binalarının öykülerini bilmektir.
(Nisan 2020)