Pekin tapınağına girmek isteyen adamı tapınağın kapısında bekçi karşılar. Adam içeri girmek istediğini söyler. Bekçi tapınağın kurallarını anımsatır; “Burada sesli konuşma yapılmaz, işaret diliyle konuşulur” dedikten sonra eliyle dur yapar, işaret parmağını havaya kaldırır ve içeri girer. Demek istemiştir ki bir dakika bekleyiniz. Bir müddet sonra bekçi dışarı çıkar. Elinde su kovası vardır, kova silme su doludur, tapınağa girmek isteyen adama kovayı gösterir; demek istemiştir ki, içerisi dolu maalesef sizi kabul edemeyeceğiz. Bunu gören adam, yere eğilir, bulduğu bir gül yaprağını alır ve kovanın üzerine bırakır. Su taşmaz. Bunun üzerine adam tapınağa kabul edilir.
Tapınağın kurallarına uyan adam, eylemi ile demek istemiştir ki, ben içerisi için fazlalık değil, ihtiyacım.
Anlamlı ve masalsı bulduğum bu hikâyeyi çok beğenirim; insanın gücünü ve yaratıcılığını anımsatır her zaman bana.
Yıl 1991. Adana Pozantı Lisesi’nde stajyer, toy bir öğretmendim. Öğretmenlikte ilk yılımdı; heyecanlı ve idealisttim. Tek katlı, L biçimli mütevazı bir okul binamız, pırlanta gibi öğrencilerimiz vardı. İlk göz ağrım Pozantı Lisesi öğrencilerini aradan 28 yıl geçmesine karşın unutmam mümkün değil; hala görüşüp, haberleştiğim öğrencilerim var.
7-8 bin nüfuslu bu küçük ilçeye bir gün gezici kumpanya geldi, çadırlarını tren yolu kenarına kurdular. Çadırla birlikte ilçede bir heyecan, bir hareketlilik başladı. Benim oturduğum ev de tren yolu üzerinde olduğu için çadıra gösterilen ilgiyi görebiliyordum. Bir gün merak ettim, ben de ziyaret ettim kumpanyanın olduğu çadırı. Rengârenk giyinmiş kadınlı erkekli görevliler bir o yana bir bu yana koşuşturuyorlardı. Lunaparktaki eğlence ve şans oyunlarına benzer aktiviteler sergileniyordu çadırda. Kasnak oyunu vardı örneğin. Fincanlı, zarlı şans oyunu, bul karayı al parayı iskambil oyunu, hedefe tüfekle atış, tavşana niyet çektirme, fal bakmalar vs. Aslında oyundan ziyade biraz şans, biraz hüner görünümlü bir çeşit kumardı bunlar. Aradan aylar geçti, mevsimler değişti ama çadır hep yerindeydi. Aksine müdavimlerinin sayısı da azalmıyor, artıyordu. Bir gün okulda dersim erken bitmiş, eve dönüyordum. Ne göreyim biraz önce dersine girdiğim ama sınıfta olmayan öğrenciler çadırda oyun oynuyorlar, oradan oraya koşturuyorlardı. Okulda günden güne öğrenci devamsızlıklarının artmasının nedenini şimdi anlamıştım. İşte bu benim için bardağı taşıran son damla oldu. Evet, bu çadırdan rahatsızdım. Ama ruhsatlıydı ya da bir ihtiyacı karşılıyordu ki hâlâ varlığını devam ettiriyordu. Yalnız şu da bir gerçekti ki; eğlence, şans oyunu adı altında ziyaretçilerin zamanı ve parası çalınıyordu. Bana göre bu bir sömürüydü. Çadıra giden insanların çoğu gençti ve öğrenciydi. Çadır için okulu asıyorlar, asli görevlerini unutuyorlardı. Bu böyle gitmemeliydi. Durumu benden yaşça büyük olan öğretmen arkadaşlarıma açtım. Bana hak vermekle birlikte işi eyleme dökelim dediğimde kimse oralı olmamıştı. Konuyu kaymakama ileteceğimi, dilekçe yazacağımı söyledim. “Boş ver yorma kendini, bundan bir şey çıkmaz, hem kaymakam çadırın olduğunu bilmiyor mu; kaymakam hangi sorunu çözmüş ki bunu çözecek” diyerek dudak büktüler. Bu sefer ben oralı olmadım. Hemen konuyla ilgili duygu ve düşüncelerimi kaleme alan bir dilekçe yazdım. Aylardır ilçede açık kalan bu gezici kumpanyanın, kamuya zarar verdiğini öğrencilerin ve Pozantı halkının zamanını çaldığını, lise öğrencilerinin kredili ders sisteminin boşluğundan da yararlanarak bütün zamanlarını orada geçirdiğini, öğrenci devamsızlıklarının arttığını, ders performanslarının düştüğünü dile getirdim. Bu gezici kumpanyanın bir an önce kapatılmasını talep ettim.
Yazdığım dilekçeyi, kaymakamlığa iletilmesi için okul müdürlüğüne verdim. Bir iki gün sonra çadırın kapandığını gördüm. Benim dilekçeme gerek kalmadı diye düşündüm. Durum yine de sevindiriciydi.
Bir gün kaymakam okulumuza ziyarete geldi. Okul müdürünün odasında beni tebrik etti.“Çadır kapatan genç, idealist öğretmenim, sizi duyarlılığınızdan dolayı gönülden kutlarım. Önüme, öyle güzel bir dilekçe geldi ki sessiz kalamazdım, hemen gereğini yaptım. Aynı gün çadırı söktürdüm” dedi. Bu olay beni çok mutlu etmişti. O günden sonra adım, “Çadır Kapatan Öğretmen”e çıkmıştı.
İşte dilekçe böyle bir şeydir. Yazdığınız bir dilekçe büyük bir sorunu çözebilir, ilçenin en büyük idare amirini bile harekete geçirebilir. Unutmayalım “Pekin Tapınağı’na girmek isteyen adam” hikâyesinde olduğu gibi insan güçlüdür. Gücümüz çoğu zaman haklılığımızdan gelir. Ne duruyoruz, hikâyedeki “gül yaprağı” neden elimize aldığımız bir kalem ve yazdığımız iki satır bir dilekçe olmasın…