Tiyatro; “ insanı, insana, insanla, insanca anlatma sanatı”.
14 Mart akşamı 25. Bartın Uluslararası Tiyatro Festivali’nde eşim Tülay ve kızım İmge’yle birlikte unutamayacağımız bir tiyatro oyunu izledik; Trabzon Eski Sahne Topluluğu’nun tek kişilik oyunu “Akşamlık”. Tıklım tıklım dolu salonda pek çok seyirci oyunu ayakta izlemek zorunda kaldı.
Büyülendik. Son zamanlarda izlediğim en güzel oyun ve sahne performansıydı. Oyunu izlemeden önce dersime çalışmış; oyun hakkında bilgi edinmiştim. Edindiğim bilgilerle daha oyunu izlemeden heyecan katsayım kat kat yükselmişti. Salonda eşim ve kızımla birlikte oyunu izlemek de ayrı bir keyif veriyordu bana. Oyunun sade, hoş bir dekoru vardı; ortada tahta bir masa, sandalye, masanın üzerinde kitaplar, cam vazo. Duvarda pencere ve askılık görevini de gören bitişik bir pano.
Perdenin açılmasıyla, yalnız adam görünüyor. Kolunda paltosu, elinde eskilerin tahta bavulunu andıran beyaz bir bavul, bir demet nergis ve şemsiyeyle birlikte kahramanımız sahne alıyor; yaşadığı ve yaşayacağı drama biraz sonra bizi de ortak edecek. Bundan sonra oyuncumuzun hayatı -ayrılıkları, acısı, özlemiyle - bizim de hayatımız oluyor; sevgiyi/sevdiğini simgeleyen elindeki bir demet nergis, o güzel sarı çiçek bizim de nergisimiz oluyor. Onun yaydığı güzel kokular bizim de esrik kokularımız artık. Oyun, “Yağmur damlaları kimin gözyaşlarıdır” repliğiyle başlıyor. Ölümün ayırdığı bir sevda, uzak yakın gelgitler ve Karadeniz gibi dalgalı repliklerle, kendi geçmişinden süzülen yaşanmışlıklar ortak yağmurumuz oluyor. Anlatılan hikâyede, şiirsel metinler ile canlandırma o kadar gerçekçi ve güçlü ki, duygu ve düşünce dünyamızda mutlaka karşılık buluyor. Çoğumuzun kır çiçeği diye sevmediği, ucuz diye tercih etmediği bir demet nergis gözümüzde dünyanın en güzel, en canlı çiçeği oluveriyor; yalnızlığa ses ve can veren solmaz bir çiçeğe dönüşüyor. İçimizde öyle bir his uyanıyor ki tiyatrodan çıkışta gördüğümüz ilk çiçekçiden bir demet nergis alıp, ilk karşılaştığımız, seven, sevgisine sahip çıkan insana veresimiz geliyor. Hikâyenin geçtiği kentler olan Ankara ve Trabzon daha bir sevimli, daha bir güzel görünüyor gözümüze.
Yalnız adam, nasıl da sarılır nergisine, nasıl da konuşur onunla. Sevdiği yerine koyarak konuştuğu, “hadi uyan” dediği nergisine kâh kızar, kâh bağırır, uzaklaşır, ama onun varlığıyla hırçın dalgaları yine kırılır, durulur, yine yumuşar; sımsıcak olur sesi, yine onun sevgisine sığınır. Gökyüzündeki yıldızlara, havadaki üç beş martıya sevinir, içi dışı yaşama sevinciyle dolar. Ve havası yine değişir, yine çalkalanır ruhu. Sevdiğiyle yaşayamadıkları, yarım kalmışlıklar gelir yine usuna ve yanından hiç ayrılmayan iklimi/akşamlığını çeker başına; hiç sabah olmayacakmış gibi. Kahramanımız işte o zaman büyük beyaz bavulunu açar, içinden pikap, bir şişe şarap ve bir kadeh çıkarır. Müzeyyen Senar’ın söylediği içli şarkıyla içtikçe efkârlanır, efkârlandıkça içer:
“Şarap mahzende yıllanır/ Aşkım kalbimde yıllanıyor/ İkisini birden içtim/ İnan içim yanıyor”.
Bir bakarsınız olgunlaşan nergislerin başı gibi eğer başını, bir bakarsınız Karadeniz’in dumanlı dağları gibi öfkesinden ve siteminden yükseklere çıkar, sesini bir yükseltir, bir alçaltır; sandalyenin, masanın üzerinde gezer. Hop oturur hop kalkar. Bedeni yaralanır, yüreği acır.
Oyun boyunca hep yağmurlar yağar. Hüzünden kaçsanız, sevgi yağmuruna, sevgiden kaçsanız şiir yağmura tutulursunuz. Oyunda bende iz bırakan şiirsel söz ve repliklerden bazıları:
“Bazen yapışır hayat, üflersin gitmez”.
“İki çay arası sevdim seni”.
“Karayemiş dalları gibi sıkı sıkıya sarıldım dallarına”.
“Uzanıp tutabilmek için yağmurun elini/ Çatısını söktüm evlerin”.
İkinci bölüm “Sonbahar” adıyla başlar. Yalnız adamın Trabzon’daki çocukluk yıllarının anlatıldığı hüzünlü bir iklim sonrası, üzerinde “Ergül” yazan tekne, havadaki üç beş martı görüntüsü ve “Ben olmasam olmuyormuş” repliğiyle biter; iç sesini ve yankısını bizde bırakarak…
Bu enfes oyunun yazarı Güven Baykan. Onun şiirlerinden oyunlaştırılmış. Şiirleri sahneye uyarlayan Simge Akovalıer, Yönetmen Akın Aker. Ve oyuncu, olağanüstü performansıyla harikalar yaratan Hüseyin Sabri Kurtuldu. Sesini, vücut dilini ustaca kullanması ve baştan sona hiç düşmeyen enerjisiyle adeta tek kişilik bir orkestra gibiydi; hem hikâyedeki kahramanımız, hem oyuncu kahramanımız oldu böylece. KTÜ’de Profesör olan Hüseyin beyle Trabzon’da aynı yıllarda okumuşuz. Aynı rüzgârı, aynı yağmuru paylaşmışız. Ortak tanıdıklarımız çıktı. Hocamızdan bunları duymak ayrıca mutlu etti beni. Oyun sonrasında ayaküstü yaptığımız sohbet de çok hoştu.
Özetle yalnızlığı sevgiyle damıtan, yalnızlığın dilini sevgi yapan, sevgiyle bizi çoğaltan, içimizdeki insana seslenen bir oyundu “Akşamlık”.
Teşekkürler Trabzon Eski Sahne Topluluğu, teşekkürler Hüseyin Sabri Kurtuldu, hayatımıza kattığınız renk ve incelikler için. Bu akşam sadece oyunu oynamadınız, yaşadınız, yaşattınız. Siz sahnede oynarken biz oturduğumuz yerde susadık; sevgiye, kaybettiklerimize ve özlediklerimize… Oyunu adeta nefesimizi tutarak izledik. Ama nefesimizi tutarak yaşadığımız anlar, en çok yaşadığımız anlar değil midir?