Bir yol öyküsünden bahsedeceğim bu yazımda.
Ölmeden önce unutamadığınız 100 kare deseler; bir dağ köyünde gördüğüm, yalnız ama vakur, üzerinde “Okuma Odası” yazan o kulübe derim. Gözümde ve zihnimde yer edinmiş bir fotoğraf karesi. Günlerdir “beni yaz, beni yaz” diyor; uzaklarda ama aynı zamanda çok yakınımda olan bir ses. Evet, duygular sıcaklığını kaybetmeden, gördüklerimi unutmadan, zaman belleğimi çalmadan bunu yazmalıyım.
Düş ile düşüncenin, hayal ile gerçeğin, bilinen ile bilinmeyenin iç içe olduğu bir yazı olacak benimkisi. Şöyle de denilebilir: Gizemli gerçek… BİZİMLE SÜRSEN Bisiklet Grubu’ndan, yedi arkadaşla katıldığımız 4 Mayıs 2019 tarihli Bartın-Abdipaşa-Kumluca-Kozcağız turu esnasında karşılaştım bu gizemli gerçek ile. Beni esrik eden bir karşılaşma, unutulmaz bir tabloydu bu.
Abdipaşa’dan sonra bir orman yolu; asfalt ama dar. Bisikletle 1,5-2 saat süren bir tırmanma rotası. Görülmeye değer bir coğrafya. Baharın coşturduğu, yeşilin bütün canlılığıyla bize merhaba dediği eşsiz güzellikler içinde adeta bir orman denizini yara yara ilerledik yedi arkadaş. Yalnız yedimizin de bir arada ilerlemesine imkân yok. Sürekli yokuş, zorlu bir yol. Haliyle yorulanlar, arkada kalanlar, fotoğraf çekmek ya da dinlenmek için mola verenler oluyor. O yüzden yer yer sürüş esnasında üçe dörde bölündüğümüz oldu. Orman içindeki sürüşümüz sırasında elini uzatsan değecek dallar, ağaçlar, bizi hiç yalnız bırakmayan bülbül şakımaları, defne ve çam kokuları, yorgunluğumuzu bize unutturuyordu. Hava da bir o kadar güneşli ve güzeldi.
Birkaç doğa fotoğrafı çekiminden sonra, gördüğü her güzelliği çektiği fotoğraflarla kayıt altına alan ben, otantik bir yer göremeyeceğim, unutulmaz, çarpıcı bir fotoğraf karesi yakalayamayacağım diye düşünürken, zorlu sürüş rotamızın çıkış bölümü bitmiş, Ceyüpler Köyü’nden sonra rüzgârlıkları giyip inişe geçmiştik. Birdenbire bir tepenin virajında o unutulmazımla karşılaştım. Dört arkadaş önden yokuş aşağı, pedal çevirmeden inmenin rahatlığı ve hızıyla kuş gibi uçarken biz üç arkadaş, sanki bir film setinden ya da roman sayfasından fırlamış gibi duran, tablo gibi bir manzaranın tadını çıkardık.
Eskiden TRT 2’de sakallı bir ressam çıkar, bir taraftan manzara resimleri yapar, bir taraftan da yaptıklarını tane tane, güzel güzel anlatır ya, işte o ressamın yaptığı öyle bir resim içinde buldum ben kendimi:
Ön planda, derme çatma bir kulübe, tahta çitler, arkada öbek öbek gözünüzün alabildiğince uzanmış orman ve çalılıklar, birbirine el veren dağlar, tepeler. Beş yıldızlı bir otel, bir rezidans görsem bu kadar sevinmez, mutlu olmazdım. Manzara o kadar tatlı, güzeldi ki fotoğraf çekmeye doyamadık. Kimsesiz, sessiz büyücü gibi duruyordu sessizliğin ortasında o kulübe. Tek odalı bir eve de benziyordu. Yola bakan ön cephesi tamamen ahşaptan. Ama dikkatli bakınca, yan duvarlarının taştan olduğunu gördüm. Taşlar da eskidiğinden midir, doğal malzeme olduğundan mıdır, bilmiyorum, ahşap örtüyle tam bir uyum sağlamış. Beni burada en çok etkileyen bir kapı kenarındaki taş duvara özenle yazılmış, harfleri dökülmek üzere olan OKUMA ODASI yazısı ve ahşap cephesindeki bazı karalama duvar yazıları arasında kendini ön plana çıkaran ikinci bir OKUMA ODASI ve altındaki DEVİRMEN yazısı oldu.
Dağ başında bir köy, manzaraya hâkim tepebaşı, yalnız bir kulübe ve üzerindeki OKUMA ODASI yazısı. Bu manzaranın öyküsü, şiiri yazılır; tabii ki “durup ince şeyleri anlamaya” vakit bulunursa. Kulübenin önündeki kesik ağaç dallarına ve odun parçalarına bakılırsa bir odunluk olarak da kullanılıyor hissi veriyor. Ama ne olursa olsun, burasının bir zaman da olsa okuma odası olarak kullanılması ve tasarlanması bile çok güzel.
Bu OKUMA ODASI o gün benim bütün yorgunluğumu aldı. Bu kulübenin gizemini ve bana yaşattığı güzel duyguları düşünerek bisikletimle aşağıdaki yerleşim yerinden geçerken, merak duygusu iyice içimi kemirmeye başladı. Bu odanın bir hikâyesi olmalıydı, başlık nezdinde de olsa, bir cümlelik de olsa bunu bilmeliydim, bu merakla duramazdım.
Geçerken gördüğüm dükkân mı kahvehane mi olduğunu tam anlayamadığım bir yerin önünde iki adam iskambil oynuyordu. Onları 150-200 metre geçmiş olmama karşın geri döndüm. Varsın arkadaşlar arayı açmış olsun, benim için yeni insanlarla tanışmak ve yol öyküleri biriktirmek daha önemli ve heyecanlıydı. Selam verdim, köyün adını sordum, “ Akören/ Söküler” dediler. “Az ileride üzerinde OKUMA ODASI olan bir kulübe var, bu neyin nesi, hikâyesi var mı?” diye sordum. “Orası muhtarın okuma odası” dediler. “Köyün mü, muhtarın mı?” dedim, “muhtarın” dediler. Kısa da olsa bir bilgi almıştım. Bu bana yeterdi. Bu öykünün içini artık düşle, hayalle doldurabilirdim.
Tekrar yola koyuldum. Üzerimde hiç yorgunluk kalmamış, kuş gibi hafiflemiştim. Bu sefer okuduğum başka bir yazıyla yine heyecanlandım. Bu bir dükkân tabelasıydı ve üzerinde “Kumluca Okur Seyahat” yazıyordu. Heyecan katsayım gittikçe artmıştı. Ben nereye düşmüştüm böyle, sanki bir rüya âlemindeydim. Eğer okuduğum doğruysa, önceki kareyi tamamlayan, hayallerimi ve umudumu büyüten müthiş bir yazı konusu olurdu bu: Dağ başında bir Okuma Odası ve köyün içinde bir otobüs yazıhanesi; adı “Okur Seyahat” olan. Bu, gazetede yazacağım eşe dosta anlatacağım, yaşadığım Bartın’la gurur duyacağım hoş bir hikâye olurdu. Tekrar geri döndüm, amacım o yazıyla birlikte öz çekim yapmaktı. Okuduğum yazının yakınına geldim, tam fotoğraf çekecektim ki, bir de ne göreyim, yazıda “Okur Seyahat” değil, “Kumluca Öztur Seyahat” yazıyor. Öztur’u demek ki yaşadıklarımın etkisiyle zihnimde Okur yapmışım. Olsun, bunun bana yaşattığı an ve heyecanı bile çok güzeldi.
Bu ruh hali içinde yolculuğumun bundan sonraki bölümü nasıl güzel geçmişti nasıl, anlatamam. Yolda gördüğüm her şeye dağa, taşa, kuşa, börtü-böceğe her şeye ama her şeye selam vermek geçiyordu içimden; hatta kanatlarım bile vardı, onu sadece ben görüyordum. İnanıyorum yaşadığım o güzel gün benim ömrüme unutamadığım “OKUMA ODASI” olarak yazılmıştı…