Umberto Eco'nun “hoşgörüsüzlüğün en tehlikeli biçimi, herhangi bir öğretiye dayanmadan ortaya çıkan türüdür” tespiti, modern toplumların hem politik hem de kültürel yapısını tehdit eden derin bir sorunla yüzleşmemizi sağlıyor. Bu tür hoşgörüsüzlük, yalnızca belirli bir fikir ya da ideolojiden değil, çoğu zaman bilinçdışı önyargılardan, kimlik korkularından ve tarihsel kolektif travmalardan besleniyor. Öğretisiz hoşgörüsüzlük; tartışılamaz, çürütülemez, muhatabı olmayan bir nefret biçimi. Sessizce yayılıyor, kök salıyor ve en tehlikelisi de görünmezliğinden dolayı güçlü biçimde etkili oluyor.
ARGÜMANSIZ HOŞGÖRÜSÜZLÜK: POLEMİĞE KAPALI BİR KÖRLÜK
Eco'nun da vurguladığı gibi, eğer karşınızda açıkça dile getirilmiş bir ideoloji varsa, onunla tartışabilir, onu çürütebilir ya da en azından mantıksal tutarsızlıklarını ortaya çıkarabilirsiniz. Ancak temel güdülerle beslenen, herhangi bir öğretiden yoksun hoşgörüsüzlük, yalnızca hissi ve sezgiseldir. Örneğin ırkçılık ya da yabancı düşmanlığı gibi bazı davranış biçimleri, “o öyledir çünkü öyle hissediyorum” gibi argümana kapalı içgüdüsel reflekslerle açıklanır. Bu nedenle bu tür hoşgörüsüzlük, akılla değil, yalnızca güçle bastırılabilir.
GÖRÜNMEYEN DÜŞMAN VE SESSİZ FANATİZM
Nazi Almanyası ve Yahudi Karşıtlığı
Almanya’da 1930’ların başında Yahudilere yönelen nefretin büyük kısmı, herhangi bir sağlam ideolojik temele değil, nesilden nesile aktarılan önyargılara ve belirsiz korkulara dayanıyordu. Nazi propaganda makinesi bu mevcut "temel hoşgörüsüzlüğü" sistematik hale getirerek kullanıma açtı. Goebbels’in propaganda mekanizması, Yahudilerin suçlu olduğu bir “öğreti” inşa etti, ancak bu öğreti zaten halkın derininde var olan hoşgörüsüzlükten doğdu. Eco’nun dikkat çektiği nokta da tam burada yatıyor: Demagoglar bu nefreti yaratmaz, ama onu sistemleştirir ve yönetirler.
Ruanda Soykırımı (1994)
Hutu radikallerin Tutsi azınlığa yönelik katliamı, ne herhangi bir siyasi manifestoyla ne de ideolojik bir planla başladı. Yıllar boyu süren kabile temelli nefret, “onlar bizden farklı” temel varsayımından besleniyordu. Radyo yayınları ve milis örgütleri bu örtük nefreti silaha dönüştürdü. Öğretisiz hoşgörüsüzlük, binlerce kişinin ölümüne yol açan organize bir vahşetin altyapısını oluşturdu.
Amerikan İç Savaşı Öncesi Dönem – Siyahların İnsan Olup Olmadığı Tartışması
ABD’de kölelik karşıtı fikirler yükselişe geçtiğinde, bu görüşlere karşı çıkan birçok beyaz Amerikalı, siyahların tam anlamıyla insan olup olmadığını bile tartışma konusu yapabiliyordu. Ancak bu tartışma çoğu zaman rasyonel zeminde değil, “bize ait değiller” gibi içgüdüsel tepkilerle yürüyordu. Bu durum, argümansız bir dışlama mekanizmasının nasıl kök saldığını ve kurumsallaşabildiğini gösteren çarpıcı bir örnek.
SİYASİ KAZANÇ VE MANİPÜLASYON: DEMAGOGLARIN ROLÜ
Eco’nun metninde önemli bir vurgu da şuradadır: Siyasi figürler ve demagoglar, var olan bu öğretisiz hoşgörüsüzlüğü kullanarak kendi iktidarlarını kurarlar. Bu durum sadece 20. yüzyıl diktatörlüklerine özgü değildir. Günümüzde de siyasal popülizm, göçmen düşmanlığı ya da dinsel kutuplaşmalar üzerinden bu temel dürtüyü kullanarak toplumda kutuplaşma yaratma yoluna sıkça başvurur. Bu siyasi mühendislik, belirli bir öğretiyi savunmaz. Tam tersine, karmaşık bir retorikle halkın korkularını şekillendirir, onları düşman imgeleriyle besler ve tepkiyi oy potansiyeline dönüştürür.
HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN KAYNAĞINI TARTIŞMAK
Umberto Eco’nun işaret ettiği “temel hoşgörüsüzlük”, çoğu zaman siyasi analizlerin, toplumsal çözümlemelerin ve ideolojik polemiklerin dışında tutulur. Ancak bu görünmez düşman, toplumu içten içe çürütür. Onu fark etmek, teşhis etmek ve sorumlularını göstermek, yalnızca akademik bir mesele değil; insan hakları, demokrasi ve barış için yaşamsal bir gereklilik.